1 Aralık 2011 Perşembe

sevgilim bir gün bu şarkıyı benim için söylemeli

Edith Piaf - La vie en rose



pembe hayat

bakışlarımı kaçıran gözler
dudaklarında kaybolan gülüş
işte ait olduğum adamın
rötüşsüz portresi

ben onun kollarındayken
kulağıma fısıldadığında
hayatı pembe görüyorum

bana aşk sözcükleri söylüyor
her günkü gibi
bana bir şeyler oluyor

kalbime girdi
sebebini bildiğim
mutluluğum

hayatta, benim için o ,onun için ben
bana dedi yemin etti hayatı üzerine

onu gördüğüm anda
kalbimin çarptığını
hissettim

bitmeyen aşk gecelerin
yerine mutluluk aldı
sıkıntılar üzüntüler gitti
mutlu,ölümüne mutlu

ben onun kollarındayken
kulağıma fısıldadığında
hayatı pembe görüyorum

bana aşk sözcükleri söylüyor
her günkü gibi
bana bir şeyler oluyor

kalbime girdi
sebebini bildiğim
mutluluğum

hayatta, benim için o ,onun için ben
bana dedi yemin etti hayatı üzerine

onu gördüğüm anda
kalbimin çarptığını
hissettim

22 Kasım 2011 Salı

Helldorado - The Ballad Of Nora Lee

Romantik ama sonu öbür tarafta buluşmak üzere kötü biten, bir aşk hikayesi...




Once upon a time there lived a lady young and fair
Raven hair and rosy cheeks and no one to compare
Daughter of a noble man in a little town
And her name was nora lee, and it was spoken all around

It's told that she was courted by two men of different kin
One of them a shoemaker that made boots of lizard skin
The other was the sheriff in this little town
And he swore he'd marry her or else he'd put her in the ground

One night the moon was brightly shining in the sky
She went to see the shoemaker and with him she did lie
'you are my own true love' she whispered soft and low
But they'd been spied upon that night, and soon the sheriff he would know

Then came a cold and dark night and the wind was blowin' free
The sheriff and his men they tied poor nora to a tree
Full of wickedness they stole her maidenhead
Then they stabbed her with a knife 'till they were sure she was dead

Her body it was found the next day on the banks below
The news was heard and many hearts were filled with grief and woe
'the guilty one will soon be hung' the sheriff he did claim
And he called upon his men, the shoemaker to blame

The scaffold it was built and all the people gathered round
Just to watch that poor boy taken to his hangin' ground
The rope was tied around his neck for everyone to see
And as the hangman pulled the rope, then he would meet his nora lee

----------------------

Bir zamanlar genç ve insaflı bir kız yaşardı
Kimseye benzemeyen kuzguni saçları ve pembe yanaklarıyla
Küçük bir kasabadaki soylu adamın kızıydı
Adı nora lee idi, ve etrafta konuşulurdu hakkında

Farklı ailelerden iki adamın ona kur yaptığı anlatılırdı
Biri ayakkabıcı, timsah derisinden ayakkabı yapardı
Diğeri bu küçük kasabanın şerifi
Ve yemin etmiş onunla evleneceğine ya da öldüreceğine

Bir gece, ay gökyüzünde parıldarken
Ayakkabıcıyı görmeye gitti ve onunla yattı
'gerçek aşkım sensin' diye fısıldadı yumuşak ve yavaşça
Ama üzerlerindeki gece tarafından gözleneceklerdi ve sonunda şerif bilecekti

Sonra soğuk ve karanlık bir gece geldi ve esiyordu rüzgar serbestçe
Şerif ve adamı bağladılar zavallı norayı bir ağaca
Şerle dolu adamlar çaldılar onun kızlığını
Sonra öldüğüne emin olana kadar bıçakladılar bir bıçakla

Ertesi gün bulundu bedeni bir gölün kıyısında
Haberler duyuldu ve birçok kalp kederle ve yasla doldu
'suçlu olanın asılacağını' iddia etti şerif
Ve adamından yardım istedi, suçlaması için ayakkabıcıyı

Darağacı kuruldu ve bütün insanlar etrafında toplandı
İzmemek için zavallı çocuğu getirilirken asılacağı meydana
İp geçirildi boynuna herkes görebilsin diye
Ve celladı çekti ipi, sonra buluşabilsin diye nora lee si ile.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Metropolis (1927)



Yönetmen: Fritz Lang
Senaryo: Thea von Harbou, Fritz Lang

“Bizi yıldızlara ulaştıracak bir kule inşa edeceğiz!” Fütüristik mega şehrimiz Metropolis’te yaşayan insanlık ikiye ayrılır: lüks gökdelenlerde yaşayan işverenler ve yaşamını yeraltında köle gibi çalışarak idame ettiren işçi grubu. Kaçınılmaz sonuç ise kapitalist sistemin ayrılmaz parçalarından biri olan ‘sosyal kriz’. Filmin Thea von Harbou ve Fritz Lang tarafından yazılan senaryosu, zamanın ötesinde gezinen kurgu ve efektleriyle birleşir ve böylece sinema tarihinin en önemli bilimkurgu yapıtlarından biri ortaya çıkar. Fritz Lang tarafından yönetilen bu distopya, “El ve beyin arasındaki aracı, kalptir.” gibi, zamana damgasına vuran bir cümleyle kapanışı yapar.

Metropolis 80 yaşında yeniden keşfedildi

     Steven Spielberg'e göre insanlar, Metropolis izleyenler ve izlemeyenler olarak ikiye ayrılıyor. Filmin ünlü "El ile beyin arasındaki uzlaşmanın yolu kalpten geçer," repliğine bakıldığında, masalcı ve çocuksu yönetmenin hayranlık nedeni anlaşılabilir. Avusturya doğumlu Fritz Lang'ın bilimkurgu sinemasının temel taşı olarak kabul edilen filmi, aşk yoluyla bölünmüş toplumsal yapıyı uzlaştırmaya çalışsa da, kapitalist bir düzende işçiler ile işveren arasında yaşanan sosyal krizi anlatan bir distopya olarak, böyle romantik maksatları kat kat aşıyor. Mitolojiden İncil'e, Marksist ideolojiden faşizmin ayak seslerine kadar sayısız okumanın da yapılabildiği, sonuçta ortayı bulmaya çalışarak sosyal demokrasi kıvamında bir adalet öneren bu görsel şaheser, sinemada devrim yaratan yapım tasarımı ve insanlığa dair mesajlarıyla da, hâlâ gün gibi taze. Esas gücü, modern çağımızın endişelerine tercüman olabilmesinde. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; ırkçılıktan yurtsuzlaşmaya muhtelif uyarılar var. Maksat siz bunlardan birine uyanmaya niyetlenin, olmadı sinemanın görselliğindeki anlatım gücüne hayran olun. Yani Metropolis misali karanlık bir gelecekle doğrudan işi olmadığı bilinse de, Spielberg sadece bir sinema fenomenini değil, kahince bir öngörüyle günümüzün hal ve gidişatını resmetme başarısını da takdir ediyor olmalı. Üstelik filmde mimarinin ve fotoğraf teknolojisinin kullanımına bakıldığında, günümüz özel efektlerine parmak ısırtıyor. Ne de ola niyeti ve öngörüsüyle herkesleri aşan bir hayalgücü var ortada. 21. yüzyıldaki (işe bakın ki günümüz!) dünyayı gelecekçi bir bakış açısıyla anlatan bu kara ütopyacı filmin geçmişten günümüze bilimkurgu türünü şekillendirdiği de biliniyor. Dolayısıyla kimlerin hayalgücünün tetiklemedi ki!

POPÜLER KÜLTÜRE YÖN VERDİ
     Bu filmin Ridley Scott (Blade Runner/ Bıçak Sırtı), George Lucas (THX 1138) ve Jean-Luc Godard (Weekend) ile Terry Gilliam (Brazil) gibi nice sinemacının ufkunu açtığını bilsek de, Alfred Hitchcock ve Ingmar Bergman misali ustalara da ilham kaynağı olduğu anlaşılıyor. Film ayrıca, Madonna'nın video kliplerinden Batman'in Gotham şehrine kadar, popüler kültürümüze yön vermiş durumda. Öyküsü de tüm zamanlara uygun bir klişe. Yeraltında makinelerle birlikte yaşayan işçi sınıfı (el) ve yukarıda konforlu bir yaşam süren yönetici sınıf (beyin) arasındaki gerilimde, Maria adında, Meryem Ana misali arabuluculuk yapan genç ve güzel bir kadın (kalp) ve ona olan aşkıyla, bu adaletsiz gidişata uyanıp, durumu Mesih gibi kurtarmaya kalkışan patronun oğlu. Gerçi sonuçta filmi naif finaliyle eleştiriyoruz ama dön dolaş izlenilesi bir klasik karşımızdaki. Zaten bu filmi pek yakında izlemeyen de kalmayacak. Metropolis son teknoloji örneği Blu-Ray DVD biçimi ile gelecek yıl tüm dünyada satışa sunuluyor. Ne de olsa doğum günü bahane, 80 yaşını devirdi! Üstelik üç beş gün önce gelen müjdeli bir haber belli ki ömrünü uzatacak. Malum, 1927 yılındaki ilk vizyonunun ardından önce Alman yapımcı sonra da Amerikalı dağıtımcılar tarafından paramparça edilerek kısaltılan film, yaklaşık üç buçuk saatlik orijinalinin yarısından da az süresi ve bol çizikli yıpranmış kopyasıyla izlenmişti yıllarca. Arada rock müzikle süslenmiş versiyonu da yapılmıştı. Neyse ki arama tarama çalışmalarıyla bulunan eksik parçaların ilavesiyle restore edilen iki saatlik yeni versiyonu, 2002'de seyirciyle buluştu. Yani geçenlerde, Arjantin'deki bir film müzesinde bulunan 25 dakikalık kayıp bobinler de, filmin makus talihinin epeyce dönmüş olduğunun işareti. Aileden mimar olan, ama gönlünü sinemaya kaptıran Fritz Lang'in filmi çekme süreci ve sonrası da epey meşakkatli olmuş. Dönemin Alman fantastik sinemasının alamet-i farikası olan muhteşem set tasarımları düşünüldüğünde, Lang'in de mimarinin kullanımına ve mini ölçekleri aşan dev maketlere meyli anlaşılabilir. Alman dışavurumcu akımının en önemli örneklerinden olan film, elbette ki görsel etkisini de tasarım ve mimari ilişkisini mükemmelen kurabilmesinden alıyor. Yatay değil, gökyüzüne uzanan gökdelenlerle konumlanan Metropolis kentini havada uçuşan araba ve uçaklarla süsleyen Lang, bizi modernizmin karmaşısıyla tanıştırırken, cam, çelik ve betondan oluşan yapılanmayla doğadan ne denli uzaklaştığımızı vurguluyor. İnsani dokunuşun yok olduğu, modern metropol yaşamının yol açtığı yersiz-yurtsuzlaşma hali de ortada.

Kaynaklar:
http://www.imdb.com/title/tt0017136/

http://www.filmhafizasi.com/sinema-odalari/gumus-ekran/metropolis-1927/
http://arsiv.sabah.com.tr/2008/07/11/cm/haber,9E342CE6FDB64BA0ADF663CC0D581451.html

26 Ekim 2011 Çarşamba

şu halımı ne de güzel anlatmış...

Aslı - Kırıp Döktüklerim





Yorgunum gücüm tükenmiş
Sesim az, ellerim çaresiz
Sen hiç benim gibi düştün mü?
Yüreğimde gece bitmemiş
Yolum dar, yağmurum kar benim
Sen hiç hayattayken öldün mü?
Umutsuzluk biriktirdim
Küçük küçük kumbaramda
Bak, hayallerim bile başka hayatlardan bozma
Karanlık odamda, önümde yanlışlarla
Pişmanım, ne yer ne de gök farkında
Solumda, sağımda, kırıp döktüklerim her yanımda
Büyüdüm, düşlerim küçüldü
Suçum yok, cezam bitmez benim
Sen hiç kendine hapsoldun mu?
Çocuktu eskiden ellerim
Dokundum, değişti sözlerim
Sen hiç sabahlardan korktun mu?

23 Ekim 2011 Pazar

"Bir Gün Anlarsın"lar

CAN YÜCEL - YAŞAYINCA ANLADIM

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Aldatılmanın sadece ayrılmadan önce olmadığını,
Onu hala severken biriyle düşlediğimde anladım ..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman
olmak, Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...



yavru kuşum

söz – müzik: Sezen Aksu

bu böyledir, bildiğim halde naza çekmedim
ne sevgim, ne sözümden cimrilik etmedim!
bin yıllık kaidesidir bu ilişkilerin
tuzağa düşmedim ki, ben böyle istedim..

ne önemi var ki sen beni terk etsen,
ben peşinde koşsam,
sen bana dirensen..!

eğer ben senin ta içini gördüysem,
ruhumu şeytana teslim etmem, hiç etmedim...

her vedada canımdan bir parça kaldı,
yeniden sevebilmem çok zaman aldı..
bu yüzden alem beni, belki saf sandı!
yinede ben kalbimi bozmam, hiç bozmadım..

daha çok yolun var yavru kuşum
bu yollardan geçtiğimi unutmuşum..
madem bataklıkta nilüfer bulmuşum,
uyar mıyım el sözüne.. hiç uymadım!

yazıma bıraktım, yarından ümidim var..
bu bahar olmazsa, belki gelecek bahar..
son anına kadar bekler inananlar,
bırakmam aşkın peşini hiç bırakmadım..



selçuk yöntem - sevmek neymiş birgün anlarsın



Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişçesine dolar içine
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın aslında herşeyin boş olduğunu
Şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin
Gün gelir de sesini bir kerecik duymak için
Vurursun başını soğuk taş duvarlara
Büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
Duyarsın ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
Niçin yaratıldığını
Bu iğrenç dünyaya neden geldiğini
Uzun uzun seyredersin de aynalarda güzelliğini
Boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
Dolar gözlerin için burkulur
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın sevilen dudakların
Sevilen gözlerin erişilmezliğini
O hiç beklenmeyen saat geldi mi
Düşer saçların önüne ama bembeyaz
Uzanır gökyüzüne ellerin
Ama çaresiz, ama yorgun, ama bitkin
Bir zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
Sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın hayal kurmayı
Beklemeyi
Ümit etmeyi
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi
Lanet edersin yaşadığına
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
O zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden
Bir gün seni sevdiğimi anlarsın

Söz: Ümit Yaşar Oğuzcan
Seslendiren: Selçuk Yöntem

22 Ekim 2011 Cumartesi

Schindler's List (1993)

İnsan, insan olduğunu daha kaç kez unutacak, daha kaç defa insanlıktan çıkacak?  


Schindler's List (1993)   Naçizane Notum : 9/10  IMDB : 8.9/10


Hardal - Babalar Küçük Oğullarına Söylesin Diye (ya da birileri bana söylesin diye;)

Bir gün sevgili, ilgili biri çıkar karşıma. Hüznümü  görür ve çok sevdiğimi bildiği bu şarkıyı armağan eder bana. severim onu :))



solgun durma öyle
ne derdin var söyle
ağlama

üzülüp dert etme
herşeyi kendine
ağlama

bu dünyada herşey, gelip geçer
sen sevgini ver, yeter

yapraklar sararıp
çiçekler solarsa
ağlama

gökyüzü kararıp
yağmuğlar yağarsa
ağlama

sonbahar sana hüzün vermesin oğlum
sen, ağlama

ağlama ağlama ağlama ağlama ağlama

gölgeler uzayıp akşam olduğunda
ağlama

o pempe dünyana karanlık doğarsa
ağlama

bil ki karanlıktır başlangıcı aydınlığın
sen ağlama

gün olur sevdiğin terkederse seni
ağlama

hatta birgün biz de ayrı düşsek bile ağlama
bil ki öldüremez büyük sevgileri, ayrılıklar bile

ağlama ağlama ağlama bebeğim
ağlama ağlama ağlama bebeğim
ağlama ağlama ağlama ağlama ağlama

.

16 Ekim 2011 Pazar

Bu Kadar Benzerlik Beni Öldüreciik :|

Sagopa Kajmer - Bir Pesimistin Gözyaşları



&

Kostas Pavlidis - Jastar Amenge Durv



&
Candan Erçetin - Söz Vermiştin


Belirsizlik İlkesi

".. Bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihniniz önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz." R.Feynman

Belirsizlik İlkesi.
Belirsizlik İlkesi nedir? İnsanoğlu olarak bizler her şeyi bilebilir miyiz? Yoksa bilme yetimiz sınırlı mı? Kuantum kuramının Kopenhag Yorumu, "öznel idealist" bir yorum mudur? Elektron aynı anda iki delikten geçer mi? - çift yarık deneyi -

Otomobille yola çıkan ve bize yola çıkış saatini bildiren insanların yaklaşık da olsa saat kaçta nerede olacaklarını tahmin ederiz. Bu tahminimiz, arabayı kullananın trafik canavarı ruhuna sahip değilse çoğunlukla doğru çıkar. Bir uyduyu Dünya çevresine yerleştirmek istesek, istediğimiz uzaklıktaki bir yörüngeye yerleştirebiliriz. Klasik fizik yasaları, bize kesin öngörme olanakları verir. Örneğin bir roketin ateşlendikten sonra izleyeceği rotayı, bir süre sonra varacağı noktayı kesin olarak hesaplayabiliriz. Roketin hızını ve rotasını etkiyebilecek değişkenleri daha duyarlı ölçersek hesaplarımız daha doğru olur. Gerçekte erişebileceğimiz doğruluğun sınırı yoktur. Klasik fizikte hiçbir şey şansa bırakılmaz, fiziksel davranışlar önceden tahmin edilebilir. Oysa modern fizikte fiziksel davranışlar, olasılıklar açısından öngörülebilir.
1920'lerde Niels Bohr ve Werner Heisenberg, atomlardan daha küçük (atomaltı) taneciklerin davranışlarının ne dereceye kadar belirlenebileceğini görebilmek için düşünsel (hipotetik) deneyler tasarladılar. Bunun için taneciğin konumu ve momentumu gibi iki değişkenin ölçülmesi gerekliydi. Tanecik ya da parçacık şu anda nerededir? Kütle ve hız çarpımı nedir? Onların eriştiği sonuca göre ölçümde daima bir belirsizlik olmalıydı ve bu belirsizliklerin çarpımı Planck sabitinin 4 pi'ye bölümüne eşit veya ondan daha büyük bir sabit oluyordu. Heisenberg belirsizlik ilkesi diye anılan bu ilkeye göre: bir taneciğini konumu ve ve momentumu aynı anda tam bir duyarlılıkla ölçülemez. Örneğin bir taneciğin konumunu kesin şekilde belirleyecek bir deney tasarlasak, onun momentumunu duyarlı şekilde ölçemeyiz; momentum belirlenebiliyorsa bu kez de taneciğin konumunu belirleyemeyiz. Basit bir deyişle, eğer bir taneciğin nerede olduğunu kesin olarak biliyorsak, aynı anda taneciğini nereden geldiğini veya nereye gittiğini kesin şekilde bilemeyiz. Benzer şekilde bir taneciğini nasıl hareket ettiğini biliyorsak onun nerede olduğunu belirleyemeyiz. Bir parçacığın momentumunun ya da konumunun ayrı ayrı belirlenmesinde bir sınır yoktur. Ancak momentum ve konum aynı anda yani aynı dalga fonksiyonu için belirlenmesinde temel bir sınır vardır. Atomaltı dünyada nesneler, daima belirsizliklere neden olmalıydı. Neden böyle olması gerekiyordu?

Elektronu "Görmek"
Hidrojen atomundaki elektronu "görmek" ve hareketlerini "izlemek" istiyoruz. Bir mikroskop kullanmak zorundayız. Mikroskopta görmek istediğiniz en küçük taneciği görebilmek için tanecik boyutu ile ışığın boyutu aynı olmak zorunda. Görünür ışıktan yararlandığımız normal bir mikroskopta görülebilecek en küçük boyut yaklaşık 1000 nm dir. Bir elektron mikroskobunun çözümleme gücü ise yaklaşık 1 nm dir. Elektronu görünür ışıkla göremeyiz . Çünkü görünür ışığı, hidrojen atomuna gönderdiğimizde elektron, atomdan kopup gider; yani görünür ışık hidrojen atomunu iyonlaştırır. Yapabileceğimiz tek şey var: Dalga boyu daha küçük ışık seçmek. Durum yine değişmiyor. Çünkü elektrona çarpan fotonlar, elektronunun atom içindeki "konumunu" ve "hızı"nı değiştiriyor. Ve biz elektronu asla atomdaki gerçek konumunda göremiyoruz. Ayrıca elektrona çarpan foton, elektronun hızını ve buna bağlı olarak momentumunu (kütle ile hızın çarpımını) değiştirir. Biz bu değişmiş olan nicelikle karşılaşırız.
"Heisenberg' in belirsizlik ilkesi, bir sitemin durumunun tam olarak ölçülemeyeceğini, bu yüzden onun gelecekte tam olarak ne yapacağı konusunda kestirimde bulunulamayacağını göstermiştir. Tüm yapılabilecek şey, farklı sonuçların olasılıkları hakkında kestirimde bulunmaktır. Einsten' i o kadar huzursuz eden şey, işte bu şans ya da rasgelelik unsuru idi. Albert Einstein, fiziksel yasaların, gelecekte ne olacağına ilişkin belirli, muğlak (belirsiz) olamayan bir kestirimde bulunulmasına inanmayı reddetti. Fakat, nasıl ifade edilirse edilsin, kuantum olayı ve belirsizlik ilkesinin kaçınılmaz oldukları ve fiziğin her dalında onlarla karşılaşıldığı konusunda her tür kanıt vardır."
Foto elektrik olayın tam sonuçları, 1925 de Werner Heisenberg' in açıklamasıyla anlaşıldı.
Foto elektrik olay, bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı tanıyordu.
Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmalısınız. Peki ışık, sonsuz olarak bölünebilir mi? Bu sorunun yaklaşık yüz yıl önce maddeler için sorulduğunu anımsayınız. İlk bakışta ışık niye sonsuz dilimlere ayrılmasın serzenişiyle yanıtlanır. Einstein, ışığı sonsuz küçük miktarda kullanamayacağımızı göstermiştir. En azından bir paket yani bir kuantum kullanabiliriz. Bu ışık paketi, parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar duyarlı (hassas) ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur , ama ışık bu durumda parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumdaki belirsizlik ile hızındaki belirsizliğin çarpımı, her zaman belirli bir minimum miktardan büyük olur. Ünlü Belirsizlik ilkesini dinlediniz, hem de Stephen Hawking' den.

(S.Hawking, Karadelikler Ve Bebek Evrenler, s:81)
Belirsizlik ilkesinin kabul edilmesi çoğumuz için kolay değildir. Einstein bile 1920' lerin ortasından 1955' te ölümüne dek bu kuramı çürütmek amacı ile yaptığı başarısız girişimlerle zamanının önemli bir kısmını harcamıştır.
Genel görelilik kuramı, artık klasik bir kuramdır; çünkü belirsizlik ilkesini kapsamıyor. Einstein de, bir klasik fizikçidir; çünkü kuantum olaylarındaki raslantıyı ve bilinemezliği kabul etmiyor.

Belirsizlik İlkesine Felsefi Saldırı (Saldırı?)

Belirsizlik İlkesi,kimi felsefeciler tarafından hala anlaşılmış görünmüyor. Onlar,doğrudan belirsizlik ilkesine karşı çıkmadan Kuantum kuramının Kopenhag Yorumuna saldırıyorlar, Heisenberg'e saldırıyorlar. Kopenhag Yorumunu, "öznel idealist" likle itham ediyorlar. Bu arada büyük Einstein'ı yanlarına almaya çalışıyorlar! Ama büyük Einstein onları şaşırtıyor. Çünkü onlar özel göreliliği ve genel göreliliği de güvenilir görmüyorlar. Dolaysıyla elde saldırılmadık kuram kalmıyor. Bu insanlar,bilimde kesinsizliği,bilimde belirsizliği kabullenemiyorlar. Doğanın böyle olmadığını, kuramın eksik ve belirsiz olduğunu iddia etmeye devam ediyorlar. "Devam ediyorlar" diyorum, çünkü kurama yöneltilen bu eleştiriler 70 yıldır sürüyor. Oysa kuantum kuramı ve de bunun Kopenhag Yorumu, bu zaman diliminde gözlemlerle uyuşmaya devam ediyor. Elbette ölümsüz kuram yoktur, zaman eleğin daha dar gözeneklerini bilimin önüne dikecektir; ama bunun belirsizlik ilkesini aşamayacağı büyük bir olasılık gibi görünüyor.(?)

Bilimin ya da bildiğinin "kesinliğini" iddia edenler, tarihte görüldüğü gibi çok tehlikeli düşüncelerdir. Böyle düşünen insanlar, değişime açık değildir;yeni şeyler öğrenmeye açık değildir. Kimi insanların akşam sabah "bir ırmakta iki kere yıkanılmaz"(Herakleitos) demesi, onun tutucu olmadığının bir kanıtı değildir. Bu insanların bilim anlayışı 19.yy mekanizmine takılıp kalmıştır. (diyor ancak kendisi "saldırı"lan kuraları mutlak doğru kabul etmiş, kuramların zamanla değişebileceğini/yok olabileceğini söylemesine rağmen "aşılamaz" olduğunu söylemekte )

Bir başka nokta,belirsizlik ilkesinin "insan onurunu" çiğnediği, insanın bilme olanaklarına sınır getirdiği düşüncesidir. Buna göre belirsizlik ilkesi, insanı neredeyse evrenin çok önemsiz bir varlığı haline getirmektedir. Oysa belirsizlik ilkesi, insanoğlunun yetersizliğine, güçsüzlüğüne yorulan bir gerçek değildir. Tam da tersine, belirsizlik ilkesinin keşfi, doğanın önümüze koyduğu ince bir uyarı levhasının görülmesidir. İnsanın neyi ne kadar bilebileceğini bilmesidir. Bu konuda Richart Feynman'ın bir konuşmasını aşağıda veriyorum:

"Yasalar Nasıl Keşfedilir? "

"Orta Çağlar' da insanların basitçe çok sayıda gözlem yaptığı ve bu gözlemlerin de yasaları akla getirdiği düşünülüyordu. Fakat gerçek bu değildir. O, gözlemden daha çok imajinasyon(hayal gücü) gerektirmektedir. Bu nedenle, öncelikle konuşmamız gereken şey, yeni düşüncelerin nereden geldiğidir. Gerçekte fikirlerin geldiği sürece, nereden gelmiş olduklarının önemi yoktur. Bizim bir fikrin doğru olup olmadığını kontrol etmemizin, onun nereden geldiğiyle hiçbir ilgisi olmayan bir yolu vardır. Biz basit biçimde onu gözlemle test ediyoruz. Bu nedenle bilimde bir fikrin nereden geldiğiyle ilgilenmiyoruz.

İyi bir düşüncenin hangisi olduğuna karar veren bir otorite yoktur. Bir düşüncenin hangisi doğru olup olmadığını bulmak için bir otoriteye gitmeye ihtiyacımız kalmadı. Biz bir otoriteyi okuyabilir ve bir önerisini ele alabiliriz; sonra da onu deneyebilir ve doğru olup olmadığını bulabiliriz. Eğer doğru değilse, "otoriteler" "otoritelerinden" kaybederler. (burası din konusunu düşündürüyor)

Bilim adamları arasındaki ilişkiler başlangıçta, çoğu insanların arasında olduğu gibi ihtilaflıydı. Örneğin, fiziğin erken günlerinde bu böyleydi. fakat günümüz fizikçileri arasındaki ilişkiler son derece iyidir. Bir bilimsel argümanı tartışan taraflar arasında gülünecek birçok şey olabilir ve her iki tarafta henüz belirsizlikler bulunabilir. Taraflar yeni deneyler düşünebilir ve sonuç hakkında bahse tutuşma önerileri getirebilirler. Fizikte o kadar çok sayıda birikmiş gözlem vardır ki, daha önce yapılmış gözlemlerle uyum içinde ama daha önce düşünülmüş tüm fikirlerden farklı olan yeni bir şey ortaya atmak neredeyse imkansız(?) hale gelmiştir.

Bu nedenle eğer birinden veya bir yerden yeni bir şey işitirseniz onu hoş karşılarsınız ve diğer kişinin niçin böyle konuştuğu hakkında tartışmazsınız.

Birçok bilim dalı bu ölçüde gelişme göstermedi ve bu dallardaki durum fiziğin erken günlerindeki gibidir. Yani çok sayıda gözlem olmadığı için birçok tartışma yapılmaktadır. Bundan söz etmemin nedeni insan ilişkilerinin ilginç özelliğidir; eğer gerçeği belirlemenin bağımsız bir yolu bulunursa ihtilaflar sona erebilir.

Çoğu insan, bilimde bir düşüncenin sahibinin arka planına ya da onun bu fikirleri açıklamasına yol açan güdülere ilgi gösterilmemesini şaşırtıcı bulmaktadır. Dinlersiniz, eğer denemeye değer bir şey, denenebilir bir şey gibi geliyorsa size, o farklı demektir. Ve eğer daha önce gözlenmiş bir şeyle açık olarak çelişmiyorsa, heyecan vericidir ve harcanan zahmetlere değer. Onun ne kadar süreyle bu konuyu incelediğinin ya da niçin sizin kendisini dinlemenizi istediğinin önemi yoktur. Bu anlamda fikrin geldiği yer de herhangi bir farklılık yaratmaz. Gerçek kaynak bilinmeden kalır; biz bunu, insan beyninin imajinasyonu, yaratıcı imajinasyonu (muhayyile) olarak adlandırıyoruz. Bilinen, onun sadece bir tür enerji olduğudur.

İnsanların bilimde imajinasyon olduğuna inanmaması şaşırtıcıdır. Bilimdeki imajinasyon, sanattakinden farklı olan çok ilginç bir imajinasyon türüdür. İmajinasyon yapmaya çalışmadaki büyük zorluk şunlardan kaynaklanır; daha önce hiç görmediğiniz bir şey olacak, daha önce görülmüş, ele alınmış her detayı kapsayacak, o ana kadar düşünülmüş olandan farklı olacak ve daha da ötede; kesin olacak ve herhangi bir muğlaklık içermeyecek. Bu, gerçekten zor bir şeydir.

Öte yandan, kontrol edilebilecek kuralların varlığı, bir tür mucizedir. Gravitasyonun ters kare yasası gibi bir kuralı bulmak mümkündür fakat mucize kabilinden bir şeydir. Bu tamamen anlaşılmaz bir şeydir, fakat size öngörüde bulunabilme olanağı sağlar. Bunun anlamı onun, henüz yapmadığınız bir deneyde neyin olmasını bekleyeceğinizi size söylüyor olmasıdır.

Ayrıca mutlak bir temel olarak, bilimin çeşitli kuralları karşılıklı olarak uyumlu olmalıdır. Gözlemler tamamen aynı gözlemler olduğu sürece, bir kuralı, bir öngörüyü, başka bir kuralın da başka bir öngörüyü vermesi mümkün değildir. Bu nedenle bilim, özel bir iş değildir, tamamen evrenseldir. Ben fizyolojideki atomlar hakkında konuştum; astronomi, elektrik ve kimyadaki atomlar hakkında konuştum. Bunlar evrenseldir; karşılıklı olarak uyumlu olmalıdırlar. Atomlardan oluşmayan yeni bir şeyle ortaya çıkamazsınız.

İlginçtir ki, akıl, tahminleri kurallara sokar ve kurallar en azından fizikte azalmıştır. Kimyada ve elektrikteki kuralları tek bir kurala indirgemenin güzel bir örneğini vermiştim.

Doğayı betimleyen kurallar, matematiksel kurallar olarak görünmektedir. Bu özellik, gözlemin bir yargıç hüviyetinde olmasından kaynaklanmamaktadır. Ayrıca, matematiksel olmak, bilimin zorunlu bir karakteristiği de değildir. O sadece sizin en azından fizikte güçlü öngörüler yapmaya yarayan matematiksel yasaları ifade edebilmenize imkan verir. tekrar konuya dönersek, doğa niçin matematikseldir? Bu, bir sırdır.

Şimdi önemli bir noktaya geliyorum. Eski yasalar yanlış olabilir. Bir gözlem nasıl yanlış olabilir? Niçin fizikçiler yasaları sürekli değiştiriyorlar? Yanıt öncelikle şudur ki, yasalar gözlemler değildir. İkincisi, deneyler her zaman doğru değildir. Yasalar tahmin edilmişlerdir, ekstrapole edilmişlerdir. Onlar sadece şimdiye kadar süzgeçten geçmiş olan iyi tahminlerdir. Ancak şimdiki süzgeçlerin delikleri, daha önce kullanılan süzgeçlerin deliklerinden daha küçüktür. Bu nedenle yasa şimdi süzgeçte kalarak yakalanabilir. Yasalar, tahminlerdir ve bilinmeyene extrapole edilmişlerdir. Ne olacağını bilmiyorsanız, bir tahminde bulunursunuz.

Örneğin bir şeyin hareketinin onun ağırlığını etkilemeyeceğine inanılıyordu - bu keşfedilmişti - . Eğer bir topacı döndürür ve tartarsanız ve sonra onu durdurduğunuzda tartarsanız, aynı ağırlıkta olduğunu görürsünüz. Bu bir gözlemin sonucudur. Fakat bir şeyi, ondalık basamakların çok küçük bölümlerinde, milyarda bir bölümlerinde tartamazsınız. Biz şimdi biliyoruz ki, dönmekte olan bir topaç, durmakta olan bir topaçtan milyarlardan küçük birkaç bölüm kadar daha ağır gelmektedir. Eğer topaç, saniyede 186.000 mile yakın bir hızda döndürebilirse, ancak o zaman topacın ağırlığındaki artış farkedilebilir duruma gelebilecektir. İlk deneylerde topaç saniyede 186.000 milden aşağıdaki hızlarla çevrilmişti. O durumda dönen topacın kütlesiyle dönmeyen topacın ki tam olarak aynı görünüyordu. Ve birisi, kütlenin asla değişmeyeceği tahmininde bulunmuştu.

Ne kadar aptalca! Oysa o sadece tahmini olarak ileri sürülmüş bir yasaydı; bir ekstrapolasyondu. O kimse niçin böyle bilimsel olmayan bir şey yapmıştı? Gerçekte burada bilimsel olmayan bir şey yoktu. Sadece olgu kesin değildi. Tersine, tahminde bulunmamak bilimsel olmayan bir tutum sayılacaktı. Tahminde bulunmak zorunluydu. Çünkü extrapolasyon gerçekten bir değere sahip olan tek şeydir. Daha önce denemediğiniz ve hakkında bilgi sahibi olmaya değer bir durumda neler olacağına ilişkin düşüncelerinizin tek ilkesi ekstrapolasyondur. (önyargıların bilimsel açıklaması?) Dün neler olduğuna dair bana söyleyebileceğiniz şeylerin bilgi olarak gerçek bir değeri yoktur. Bilgi, eğer bir şey yapacaksanız, yarın neler olacağını söylemek için gereklidir. - Gerekli de değil fakat eğlenceli. Bunun için sadece boynunuzu dışarıya uzatmaya istekli olmanız gerekecektir.

Her bilimsel yasa, her bilimsel ilke, bir gözlemden elde edilen sonuçların her ifadesi, detayları dışta bırakan bir tür özettir. Çünkü hiçbir şey tüm ayrıntılarıyla ifade edilemez. Topaç örneğindeki adam, sadece yasayı şu şekilde ifade etmesi gerektiğini unutmuştu; "Bir cismin kütlesi, cismin hızı çok yüksek düzeylere çıkmadıkça fazla değişmez."

Oyunun esası, bir spesifik kural yapmak ve sonra da onun süzgeçlerden geçip geçmediğine bakmaktır. ("daha doğru bilimsel gerçek"lere* ulaşmak için Einstein'ın bahisini ettiği, bir çocuk kadar engelsiz, koşullanmamış, özgürce düşünebilme konusu akla geliyor) Burada spesifik tahmin, bütün durumlarda kütlenin asla değişmeyeceği yönündeydi. Heyecan verici bir olasılık! Bu durumun olmadığının anlaşılmasının zararı yoktur. Çünkü o sadece kesin olmayan bir şeydi ve kesinsiz olmanın zararı yoktur. Bir konuda hiçbir şey söylememektense, emin olmadan birşeyler söylemek daha iyidir.(?)

Gerçek şu ki, bilimde söylediğimiz şeylerin hepsi, varılan sonuçların tümü kesinsizdir, çünkü hepsi sadece sonuçlardır. Onlar gelecekte neler olacağı hakkındaki tahminlerdir ve siz ne olacağını bilemezsiniz. Çünkü çok sayıda eksiksiz deney yapmadınız.

Öte yandan dönmekte olan bir topacın kütlesi üzerindeki bu etki çok küçüktür ve bu nedenle de "Oh, bu etki herhangi bir farklılık yaratmıyor" diyebilirsiniz. *Fakat doğru olan ya da en azından ardışık süzgeçlerden geçmeyi sürdüren ve çok daha fazla gözlemle geçerliliğini devam ettiren bir yasa formüle etmek, büyük bir zekayı, imajinasyonu ve felsefemizin, uzay ve zaman anlayışımızın eksiksiz bir şekilde yenileşmesini gerektirir. Ben rölativite teorisine atıfta bulunacağım. Rölativite teorisi, ortaya çıkan zayıf etkilerin, daima çok devrimci düşünce modifikasyonlarını gerektirdiğini göstermiştir.

Bu nedenle bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihninizi önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz.

Bir bilimci size problemin cevabını bilmediğini söylediğinde, o bilgisiz bir insandır. Nasıl çalışacağı hakkında bir sezisi olduğunu söylediğinde o konu hakkında kesinsiz durumdadır. Nasıl çalışacağı konusunda tam emin olduğunda ve size "onun çalışma tarzı budur sanıyorum" dediğinde hala bir miktar şüphe içerisindedir. İşte bilgisizlik ve şüphe arasında yaptığımız bu ayırım, gelişme yaratmak için paha biçilmez bir öneme sahiptir. Çünkü biz şüphe duyuyoruz ve o zaman yeni düşünceler için yeni doğrultularda araştırmalar öneriyoruz. Bilimin gelişme hızı, yaptığınız gözlemlerin çokluğu değildir. Çok daha önemlisi, test etmek üzere yeni şeyler yaratmadaki başarınızdır.

Eğer yeni bir yöne bakma arzusu duymamış ya da bu bakışı başaramamış olsaydık, eğer hiç şüphe duymamış ya da bilgisizliği kabul etmemiş olsaydık, yeni fikirlere sahip olamayacaktık. Hiçbir şey kontrol etmeye değer olmayacaktı. Çünkü biz gerçeğin ne olduğunu zaten biliyor olacaktık. Bu nedenle, bizim bu gün bilimsel bilgi olarak adlandırdığımız şey, kesinliğin değişik düzeylerdeki ifadelerinden oluşan bir kümedir. Bunlardan bazıları pak fazla emin olunmayan şeylerdir. Bazıları ise hemen hemen emin olunacak türdendir. Ama bunlardan hiç biri mutlak olarak kesin değildir. Bilimciler buna alışıktır. Biz biliyoruz ki, yaşayabilmek ve bilmemek, birbiriyle uyumludur. Bazı insanlar, "bilmeksizin nasıl yaşayabilirsin?" diyor. Onların ne demek istediklerini bilmiyorum. Ben daima bilmeksizin yaşıyorum. Bu kolay bir şeydir. Neyi bilmek istediğimi nasıl bilebilirsiniz?

Şüphe konusundaki bu özgürlük, bilimde (ve ben inanıyorum ki diğer alanlarda da) önemli bir konudur. Bu bir mücadeleden doğdu. Bu mücadele, şüphe duymaya, emin olmamaya imkan verilmesi mücadelesiydi. Bu mücadelenin önemini ihmalkarlık ederek unutmamızı ve şüphe için özgürlüğün terk edilmesini istemiyorum. Hoşnutluk verici bir bilgisizlik felsefenin büyük değerini ve böyle bir felsefenin mümkün kıldığı ilerlemeyi (ilerleme düşünce özgürlüğünün meyvesidir) bilen bir bilimci olarak sorumluluk hissediyorum.

Bu özgürlüğün değerini açıklamak ve şüphenin korkulacak bir şey olmadığını, tam tersine insanlık için yeni bir potansiyelin(lerin) olanağı olarak hoşnutlukla karşılanması gerektiğini öğretmek için kendimde bir sorumluluk hissediyorum. Eğer emin olmadığınızı biliyorsanız, durumu değiştirmek için bir şansınız var demektir. Ben bu özgürlüğü gelecek kuşaklar için talep etmek istiyorum.

Şüphe, tüm bilimlerde açık bir değerdir. Onun öteki alanlarda da öyle olup olmadığı, çözümlenmemiş, kesinsiz bir problemdir. Gelecek konferanslarda birçok noktayı tartışmak ve şüphelenmede önemli olanı ve şüphenin endişe edilecek bir şey değil, fakat çok büyük değeri bulunan bir şey olduğunu göstermeye çalışmak için fırsat bulacağımı umuyorum.

(Richard Feynman, Her Şeyin Anlamı(1963)Çev: Osman Çeviktay,Evrim yayınları (1999)

tam da ekstrapolasyon üzerine düşündüğüm bir dönemde İzinsiz Gösteri adlı face sayfasında karşıma çıkan bir yazı...

Kaynak : http://www.facebook.com/izinsizgosteri

15 Ekim 2011 Cumartesi

O Artık Gecekondu Sahibi Bir Uzaylı :D






Uzun süredir Dünya yörüngesinde bulunan Mırr uzay istasyonundaki Rus bilim adamı ve astronot Yuri Severin Michaelovich, yıllar sonra görev süresinin bittiğini öğrenince hayal kırıklığı yaşadı.
Gecekondu Modülünden Ayrılmak İstemedi
Bir ay önce görev süresinin bittiğini öğrenen Severin, Mırr uzay istasyonundan ayrılmak istemedi. İstasyonun kullanılmayan bir kısmında kendine gecekondu bir modül tasarlayan ve yaklaşık 3 aydır burada yaşayan astronotun sağlık durumunun iyi olduğu ve artık Dünyaya dönmek istemediği öğrenildi.
Benim Vatanım Uzay
Yıllar önce ailesini talihsizliklerle kaybeden Severin: “Dünyada hiçbir şeyim yok ve orası artık benim için uygun bir yer değil. Buradan Dünyaya baktığımda sadece birbirine düşman halklar ve yitip giden bir gezegen görüyorum. Bizler ve gezegenimiz bu evrende birer hiçiz. Nokta kadar noktayız ama bencilliğimizin kurbanı oluyoruz. Artık ömrümü burada huzur içinde tamamlamak istiyorum. Uzay benim vatanım” diye konuştu.

Şansım Dönecek
Ailesini çeşitli şanssızlıklarla kaybeden Severin, şansının burada Dünya yörüngesinde dönen Mırr’la birlikte döneceğini düşündüğünü şu sözleriyle belirtti :Dünyada hiçbir zaman şansım dönmedi. Hep kısa çubuğu çektim. Evlenince çubuk karıma da kısa geldi. 23 yaşındaki çocuğum alkol aldıktan sonra uçurumun kenarında ihtiyaç giderirken dengesini kaybederek öldü. Karımı ise hiç bulamadım.”
Tini İncelmiş
Psikiyatrlar, Severin’nin uzun süreli manik uzay anksiyetisine yakalanmış olabileceğini, dünya yörüngesinde bu tarz radyasyonik virüslerin olabileceğini belirtirken, astronotun sağlık durumunun iyi ancak tinsel durumunun inceldiğini belirttiler.
hatta bakınız ne kadar da hiçmişiz:

13 Ekim 2011 Perşembe

Harvey


ya da


yazsan anlardık be hocam. ağır bi anlatım oldu şimdi bu gece gece... ama iyi de tasvir etmişsinki buraya düşmeden edemedim bu kaydı.

bi de şöyle demişler hakkında :
A dark tale of obsession and loneliness about a man searching for physical and emotional completeness. It is only when he thinks he has achieved this goal through the unwilling coalescence of his neighbour that he begins to understand the painful, irresolvable nature of his obsession.
Winner of the Best Student Live Action Film under 15’ category at the Palm Springs International Festival of Short Films in 2001, the Schools / University Prize at Imagin@ 02 in Monaco 2002, the Distinction for Computer Animation / Visual Effects at Prix Ars Electronica in Linz, Austria 2002, the Audience Award for Best Short Film at the “Short Circuit” Short Film Competition and Best Short Film Director at the Asia-Pacific Film Festival, Seoul, Korea in 2002. Made in 2000.

Bak Seen Benzerlik Şaşırtıcı ;)




Bu müziği bir yerlerden anımsıyosum amaa ....
..

ahanda işte buldum. Buradaa :

Cem Köksal - Ev


Kimse Bilmez...

Yaşar Kurt - Kimse Bilmez (2011)




söz : ÖMER HAYYAM, müzik : MEHMET GÜRELİ

bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez

Mehmet Güreli - Kimse Bilmez (1998)

16 Eylül 2011 Cuma

Diğer Seçenek...




İlerleyen zaman ne gibi gelişmelere gebe bilemiyorum tabii.

Belki de birbirimizi daha iyi tanısak hiç de hoşlanmayacağız. En başlarda ortak yönlerimizi keşfetmeye odaklanmışken, karşılaştıkça uyumsuz yanlarımızla, uzaklaşacak düşüncelerimiz ve hislerimiz koşarak birbirimizden.
Hakkımızda kurduğumuz iki kişilik hayaller yerini sağanak yalnızlığa bırakacak. Fark edeceğiz o zaman farklı çevrelerden bambaşka bireyler olduğumuzu.. daha önce kurduğumuz düşlerdeki o pembe buluşmaların izleri kararıp eski bir perdenin ardına düşecek. En azından ben şimdi yatağa o kadarda mutlu gitmeyeceğim. Kolay ve kendiliğinden gelmeyecek uyku bedenime geldiği kadar aklıma. Düşüneceğim öyle boş boş neden diye…

Birde benim tercihim olan diğer seçenek var tabii… diğer seçenek...

6Nisan-17 Nisan-4Ağustos

17 Nisan da yazılmış bir yazım Hocam

4 Ocak 2011 Salı

Sezen'in cümleleriyle, yitik düşlerinden arta kalan hüzünlü bir gece...



off! sözlere bir bakın...

Bu gece ben şarkıların kederleriyle içip
Duman duman savrularak dağılmak istiyorum
Bilmediğim sokakların yabancı insanına
Kaynaşarak efkarımı dağıtmak istiyorum

Bu gece ben gerçeğimden uzaklaşıp giderek
Düşlediğim dünyaları seyrederek görerek
Boynu bükülü, bir köşede kadehiyle yarışan birine
Teselli vermek, onunla gülmek, ağlamak istiyorum
Teselli vermek, onunla gülmek, ağlamak istiyorum
Kaderci bir şarkıyla of çekip de şöyle
Büyülü bir aşk arıyorum

Bu gece ben cebimdeki en son kuruşa kadar
Yiyip içip, gezip tozup tükenmek istiyorum
Gün ışırken yalpa yalpa sallanıp da giderek
Evin yolunu bile şaşırıp kaybolmak istiyorum